Türk Siyasi Hayatında Alevilik Gelişmelerine Genel bir bakış

Doç. Dr. Ali YAMAN[1]

 

Alevilik tarihsel ve sosyal koşulların bir sonucu olarak yüzyıllardır her alanda marjinal konumunu sürdürmüştür. Osmanlı-Safevi çekişmesinden başlamak üzere “iç tehdit” konumunda olmuş, devlet aygıtının her alanına, doğrusu kamusal alanın her alanına giderek hakim olan Sünni-mezhepçi yapı bu dışlayıcı tutumunu desteklemek üzere dinsel argümanlara da sık sık başvurmuştur. Osmanlı döneminde Alevi aleyhtarı fetvaların yanısıra, 1826’da Bektaşiliğin yasaklanmasında hakim olan zihniyetin arka planında bu toplulukları “doğru islam” anlayışının dışında gören yaklaşım yatmaktadır. Yine bütün bu bakış açısı nedeniyledir ki, onların arzulanan “doğru islam” noktasına getirilebilmesi için çok çeşitli özümsemeci politikalar uygulanmıştır.     

Cumhuriyet döneminde de bu marjinalite ve dışlanmışlığın belli ölçülerde devam ettiği gözlemlenmektedir. Bunun için Türkiye’de değişik partilerin ve “laik” bir devletin Başbakanlığa bağlı bir kamu kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve diğer kamu kurumlarının zaman zaman sergileme imkanı buldukları Aleviliğe ilişkin tavrı önemli ipuçları verecek niteliktedir. Biz bu makalemizde Diyanet İşleri Başkanlığı iç yazışmalarına ilişkin belgelere de başvurmak suretiyle bu durumu ele almaya çalışacağız.

Öncelikle bazı önemli noktalara temas ederek bildirime başlamak istiyorum. Esasında bugün gelinen noktayı da küçümsememek gerekmektedir. Günümüzde bu konuların konuşulması bile büyük bir gelişmedir. Eskiden bu konular tabu idi, örneğin kızılbaş sözcüğünün konuşulması bile tabu idi ve bazı  ortamlarda Aleviler açıkça aşağılanmakta idi. Bugün bile kendini gizleyen kimi Alevilerin  bulunduğu düşünülürse, Aleviler üzerindeki resmiyet destekli dinsel baskının boyutu daha iyi anlaşılabilir.

Üniversitelerin yıllarca Alevilik-Bektaşilik konusuna soğuk bakmasının temelinde de bu konunun bir tabu olarak görülmesi yatmaktadır. 1990’lı yıllara kadar üniversitelerimizde Alevilik konulu konferanslar düzenlenmesi dahi söz konusu olamamıştır. Doğrudan Alevilik konu başlığıyla yapılan akademik tez çalışmalarının sayısı da bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıdadır. Üniversitelerdeki akademisyenler de ne yazık ki Alevilik konusuna resmiyetin yaklaşımından farklı yaklaşmamışlar ve onlar da bu konuyu son on yıla kadar görmezden gelmişlerdir .      

Bu bağlamda nasıl bir konunun konuşulduğunun da çok iyi algılanması gerekmektedir. Aleviliğin bugün içinde bulunduğu sorunlu alanların varlığı konunun bu tarihsel ve sosyal ağırlığından kaynaklanmaktadır. Kimi Sünni kökenli dostlar geçmişte sanki bir şey olmamış gibi, hatta Alevi-Sünni meselesinin müsebbibi Alevilermiş gibi davranmaktadırlar. Sorunlara çözüm üretilebilinmesi için önce sorunu doğru bir şekilde teşhis etmek gerekmektedir. Demek ki yaşananları görmezden gelerek bugüne ilişkin çözümler üretemeyiz. Alevilere yapılan insanlıkdışı iftiraları görmezden gelemeyiz. Burada esas sorumlu olarak Sünni halkı değil, dini siyasete alet eden Osmanlı’dan bugüne iktidarları görmek gerekir.   

Siyasi ve dini muktedirlerin Alevilik meselesine yönelik reddiyeci yaklaşımları bizi bu günlere getirmiş ve Türkiye’de 2000’li yıllarda dahi Alevilik konusunun bir sorun olarak varolması utancı ile karşı karşıya bırakmışlardır. Oysa dini, kültürel farklılıkların bir kavga değil, bir zenginlik boyutu olarak algılanmasının önünde engel olarak halkımızın sağduyusu değil, siyasi ve dini muktedirlerin kendi çıkarları yatmaktadır. İşte bu nedenle Alevilik konusu artık Türkiye’deki siyasi aktörlerin bir meselesi olmaktan çıkmış, artık uluslararası aktörlerin de içinde yer aldığı bir oyun alanına dönüşmüştür. Bunun sorumlusu ise yüzyıllardır Alevileri dışlayan, inanç ve kültürlerini yok sayan statükocu siyasi iktidarlar ve resmiyetle kolkola çalışan dini kurumlardır. Osmanlı’da bu işlevi Şeyhülislamlık makamı yerine getirirken daha sonra aynı işlev Diyanet İşleri Reisliği tarafından yerine getirilir olmuştur.

Bugün küreselleşmenin de etkisiyle bütün dünyada etnik ve dinsel temele dayalı kimlikler önplana çıkmış durumdadır. Küreselleşmenin de yarattığı bu ortamda çeşitli aktörler gerek Türkiye’de gerekse Aleviler üzerinde bölünmeleri arttıracak şekilde, Türk-Kürt, Zaza; İslam içi – İslam dışı vb. ayrışmaları körüklemek suretiyle kendi planları doğrultusundaki projeleri uygulamaya çalışmaktadırlar. Çeşitli farklılıkların birlikte barış içerisinde yaşamasına değil de karşılıklı kutuplaşmaların artmasına neden olacak her türlü çaba Türkiye’de yaşayan bütün yurttaşların karşısında olması gereken bir durumdur. Dolayısıyla bugün Alevilerin inanç özgürlüklerinin savunulmasına yönelik en az onlar kadar Sünniler ve diğer yurttaşlar da çaba göstermelidir.

Türkiye’de Alevilere yönelik ayrımcı yaklaşımların temelinde yüzyıllara dayanan ve din-siyaset birlikteliğiyle sürdürülmüş, kimi Sünni kesimlerin de yanlış yönlendirilmesiyle biçimlenmiş bir süreç yatmaktadır. Bu ayrımcı yaklaşımlar okumuş-cahil toplumun çeşitli kesimlerinde bir ön kabul halini almış durumdadır. Öyle ki yüzyıllardır Aleviler marjinal bir topluluk olarak görülmenin yanısıra bu durum Cumhuriyet döneminde de başka şekiller altında sürmüş, 2010 yılına geldiğimiz şu günlerde dahi Alevilerin en temel inanç/kültür haklarına karşı akıl almaz bir direnç gösterilebilmektedir. Sekiz yıllık AKP Hükümeti’nin Aleviliğe ilişkin atacağı adımlar, onun inanç özgürlüğüne ilişkin samimiyeti konusunda önemli bir test alanı olacaktır. Düzenlenen 7 Alevi Çalıştayını olumlu karşılamakla birlikte, Cemevleri, zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı gibi konularda henüz bu yazının yazıldığı günlerde herhangi bir somut gelişme söz konusu değildir. Başka pek çok konferans vb. toplantılarda da ifade ettiğim üzere AKP hükümeti eğer Alevileri tatmin edecek çözümler üretmek yerine statükocu din hizmetleri ve eğitimi bürokratları ile akademisyenlerin, yazarların düşüncelerini esas alırsa Çalıştaylar süreci büyük hayal kırıklığıyla sonuçlanacak, ayrıca AKP’nin inanç özgürlüğüne (örneğin başörtüsü, imam-hatiplere katsayı konusu vb.) yönelik kararlılığının konu Alevilik olunca  nasıl mezhepçi müdahalelerle başarısızlığa uğratılmasına olanak sağlandığı görülecektir. Alevilik meselesinin çözümünün hangi bakış açılarıyla mümkün olamayacağına ilişkin örnekler geçmişten bugüne ne yazık ki oldukça çok sayıdadır. 

 

Aleviliği 2000’li Yıllarda da Saran “Sünnici” Kuşatma

Burada Aleviliğin mezhepçi bir kuşatılmışlıkla karşı karşıya bulunduğunu gösteren örnek fikirlere değinerek şu soruyu sormak istiyorum, kimi Sünni çevrelerin, Diyanet İşleri Başkanlığı çevrelerinin ve İlahiyat çevrelerinin Aleviliğe bakış açılarının altında yatan esas mesele nedir? Bu çevreler sıkışınca hemen cumhuriyetin üzerine atmak kolaycılığına kaçmaktadırlar. Kolayca işi bu yöne kaydırmak tarihe bakıldığında pek de inandırıcı değildir. İşi oraya buraya saptırmanın gereği yok. “Sünni”ci öğretinin Aleviliğe bakışı büyük ölçüde olumsuzdur ve yüzyıllardır devlet desteği de kullanılmak suretiyle Aleviler ya dışlanmaya ya da Sünni çizgiye  çekilmeye çalışılmaktadır. Bunu kendi aralarında ve özel sohbetlerde bize de zaman zaman ifade etmektedirler. “Aleviler namaz kılsın, Ramazan Orucu tutsun ve bu iş bitsin.” diyenlerin çoğu sanmayın ki normal vatandaşlar, bunlar okumuş, “prof” ünvanlı kişilerden de oluşmaktadır. Konuya böyle yaklaşmak hem insanlığın bugün ulaştığı evrensel değerlere aykırı, hem de Alevi-Sünni kardeşliğini sağlamak yerine daha da müzmin hale getirmek değil de nedir?   Bugün Aleviliğin pek çok uygulaması Sünniliğin “kırmızı çizgileri” ile büyük ölçüde karışmış durumdadır. Örneğin belli Sünni kesimlerde hatta siyasi kimi kanallarda itibar gören Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın ve Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’ün yazıları bunu kuşkuya yer vermeyecek biçimde ortaya koymaktadır. Aleviliğe Sünni İslam perspektifi ile bakan bu iki örnek onu anlamaktan ziyade tanımlamaya, biçimlendirmeye çalışarak, hükümete de uyarılar göndermeyi ihmal etmemektedirler. Oysa bu iki akademisyenin Aleviliğe ilişkin “kırmızı çizgiler”inin varlığını vurgulamak suretiyle onu tanımlamaya kadar varan ifadelerin Alevilerin inanç özgürlüğü alanına müdahale olduğunu çok iyi bilmeleri gerekirdi. Bunlardan ilk olarak Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün yazısından ifadelerini vermek istiyorum. Vakit Gazetesindeki[2] köşe yazısında yer alan ve “Alevilik konusundaki kırmızı çizgilerimiz” başlığını taşıyan yazısında şu görüşlere yer vermektedir: “…Bu sebeple Alevilik konusundaki bazı kırmızı çizgileri hatırlatmakta fayda vardır:

1. Alevilik ve Bektaşilik Anadolu’da bir tarikat şeklinde yürümüştür ve bu sebeple de Bektaşi ve Alevi tekkelerine veya dergâhlarına son zamanlarda ve özellikle de 28 Şubattan sonra Cem Evi denmeye başlanmıştır. Eskiden beri cem âyinleri vardır. Bu manada Cem Evleri tekke veya dergahtır; asla mabed değildir. Eğer mabed kabul edilirse, Aleviliği müstakil bir din kabul edenlerin görüşü desteklenir ki, hükümet bu günahın ardından kıyamete kadar kalkamaz. Batılıların isteği de budur. Batılı İslamologlar, Alevileri müstakil bir din mensubu olarak göstermeye çalışmaktadırlar.

2. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması ve Din Derslerinin Anayasadan çıkarılması gibi istekler, Aleviliği yeni bir din olarak sunanların isteğidi.

3. Eğer Cem Evlerine bütçeden maddi bir destek verilirse, Türkiye’de mevcut bütün tarikatların da Bütçeden tahsisat isteme hakkı vardır.

4. AK Parti hükümeti Kilise ve Havra açma konusundaki hatasını burada tekrarlamamalıdır. Cumhuriyet döneminde Ecevit Hükümeti bile bu tavizi vermemiş ve daha doğrusu verememiştir…”  

Hayreddin Karaman ise Yeni Şafak Gazetesi’ndeki[3] köşesinde yer alan „Aleviler ister biz yaparız“ başlıklı yazısında nasıl eski alışkanlıkları sürdürerek Aleviliğe kendi istediği elbiseyi giydirmeye ve aynı Akgündüz’ün yaptığı gibi AKP hükümetine uyarı yollamayı da ihmal etmemektedir:  “…Neşe Düzel’in Ayşenur Bahçekapılı ile yaptığı konuşmada (Taraf, 30. 11. 2009) şu ifade yer alıyor: „Aleviler taleplerinin ne olduğunu yapılan çalıştaylar sonucunda kendileri belirleyecekler. Alevilerin talepleri cemevinin ibadethane olarak tanınmasında ve din derslerinin niteliğinde yoğunlaşıyor. Aleviler, kendilerini bir mezhep mi, bir kültür mü ya da bir siyasi yapılanma olarak mı tanımlıyorlar, bu tanımlamayı kendileri yapacaklar. Bu ortak taleplerden ve tanımlamadan sonra açılımlar yapılacak… Ayıp denen bir şey var. Bugüne kadar yedi tane Alevi çalıştayı yapıldı. Aleviler sorunlarını kendileri tanımlayacaklar ve çıkıp ‚biz buyuz, taleplerimiz bunlar‘ diyecekler. AK Parti de Aleviler arasında varılan bu mutabakatı kabul edecek.“  Ben konunun bu kadar basit ve yalınkat olduğunu düşünmüyorum. „Bir grup çıkacak, biz ayrı bir diniz veya mezhebiz diyecek, iktidar da bunu kabul edecek“, böyle bir şeyin olması mümkün değil… Aleviliğini korumak isteyenler çocuklarına Sünniliğin öğretilmesini istemiyorlarsa, bu dersin verildiği saatlerden muaf tutulurlar. Camiye gelmek istemiyorlarsa kimse onları buna zorlamıyor. Cemevlerine gitmek istiyorlarsa bunu da kimsenin engellediği yok. Ama her ikisine de gitmek isteyenler olabilir, tarafların bunu da engellemeye hakları olamaz. „Cemevlerini camiye alternatif bir madet olarak tanıtma talebi“ o kadar masum bir talep değildir. Milyonlarca Alevinin aynı zamanda camiye gitmekte ve orada ibadet etmekte oldukları gözönüne alındığında hayatın gerçeği ile de örtüşmemektedir.. Bu sebeple konu enine boyuna tartışılmalı, hükümde acele edilmemeli, çözüm cemaatlerin uygulaması doğrultusunda zamana bırakılmalıdır...”

            Bütün bu ifadeler Alevilerin inanç alanına müdahale değil de nedir? “Sünnici” gelenek yüzyıllardan bu yana siyasetin de desteğiyle uygulayageldiği bu kötü “mezhepçilik” alışkanlığını bugün hala terketmeye niyetli gözükmemektedir. Bunu yaparken de şekilden şekile girmekte ve inandırıcılığını yitirmektedir. Sadece yukarıdaki ifadelerden alacağım “28 Şubattan sonra Cem Evi denmeye başlanmıştır.” şeklindeki tarihsel gerçeklerin nasıl tersyüz edildiğine dair cümle bile bu yazılanların maksadı konusunda fikir verici niteliktedir.   

 

Dışlanmışlığa İlişkin Bir Örnekolay: Cenaze Meselesi:

Türk siyasi tarihinde Aleviliğe resmiyetin yaklaşımı, çok çelişkili bir görünüm arzetmektedir. Din hizmetleri ve eğitiminde anayasanın çeşitli hükümlerine ters düşmemek için herhangi bir mezhebin esas alınmadığı savunulmakla beraber, uygulamaya tümüyle Sünni mezhepçi bir yaklaşım hakim olmuştur. Şöyle ki, bunun için Dini yayınlara ve özellikle de din dersi kitaplarına bakmak yeterli olacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yazışma ve açıklamalarında bu durum “ehli sünnet itikadı” şeklinde ifade edilmektedir.  İlahiyatçıların görüşleri ve DİB’nın gerek basına yansıyan gerekse kendi iç yazışmaları Alevilere yönelik yaklaşımı ortaya koyar niteliktedir. Türkiye’de özellikle resmi sıfatı ile de Sünni gelenek içerisinden gelen kimi şahıslar doğrudan Aleviliği hedef alan açıklamalar yapabilmişlerdir. Oysa Sünniliği hedef alan açıklamalar resmi sıfat taşıyan kimseler tarafından yapılmış değildir.

Kentlere göç öncesi dönemde Alevilerin cenaze hizmetleri köylerde bulunan Alevi hocalar veya Dedelerce görülmekteydi. Ancak 1960’lardan itibaren giderek yoğunlaşan kentleşme ve kentlerde din hizmetlerinin devletin Diyanet teşkilatı bünyesindeki camiler merkezli olmasından dolayı Alevilerin de cenaze hizmetleri kentlerdeki camilerde kaldırılmıştır. 1990’lı yıllardan itibaren giderek artan Cemevleri ile Alevi cenazeleri giderek artan oranda Cemevlerine doğru yönelmektedir. Cemevlerinin olmadığı dönemde Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde zaman zaman Alevilerin cenaze hizmetlerinin görülmesinde sorunlar yaşanmış ve kimi din görevlileri cenaze sahiplerinin, ölümden kaynaklanan hassas durumlarına da aldırmaksızın onları rencide etmekten çekinmemişlerdir. Artık giderek bu tür sorunların azalmasının altında birinci neden kentlerde sayıları giderek artan ve cenaze hizmetlerinin de görüldüğü Cemevlerinin varlığı ve camilerde  hocaların geçmiş dönemlere nazaran daha dikkatli hareket etmeye başlamalarıdır. Eski tavırlarının az sayıda da olsa camilere giden Alevileri giderek kendilerinden daha da uzaklaştıracağını düşünerek, daha dikkatli hareket etmeye mecbur bırakmıştır.

Kimi zaman konuştuğumuz özellikle İlahiyat ve DİB çevrelerinden yetkililer ısrarla bunun çok nadir rastlanan bir durum olduğunu ifade etseler de, gerçek hayatta bu böyle olmayıp, bu şekilde geçiştirilecek bir konu da değildir. Aşağıda sunacağım Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Cumhuriyet Arşivi’nden edindiğim DİB’na ait bu belge de de bunun böyle olmadığı bizzat kurumun iç yazışmalarında ifade edilmektedir. T.C. Diyanet İşleri Reisliği Yazıişleri ve Evrak Müdürlüğü’nce 13.04.1959 tarihinde müftülüklere yollanan “Hülasa: Alevilerin cenaze namazlarının kılınması hk.” konulu yazıdaki şu ifadeler dikkat çekicidir: “Bazı İmamların alevi vatandaşlardan ölenlerin cenaze namazlarını kıldırmadıklarından sık sık şikayet olunmaktadır. Ehli sünnet itikadına muhalif İslam mezhepleri saliklerinin tekfir olunamıyacakları ehli sünnet mezhebince kabul edilmiş olduğuna göre, yalnız Hazreti Ali’nin tafdiline kail olan ve başkaca hal ve hareketleri bulunmıyan Alevi vatandaşlarımızın namazlarını kılmamak islami hükümlere muhalif ve müslüman vatandaşlar arasında ikilik yaratmıya sebebiyet verecek hareketlerdendir. Binaenaleyh, bu ve buna benzer hareketlerle vatandaşlar arasında soğukluk ve kırgınlık husule getirecek hal ve hareketlerden tevakki olunması lüzumunun alakalılara tebliğini ehemmiyetle ve tamimen rica ederim. Diyanet İşleri Reisi y.)      

 

 



[1] Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İ.İ.B.F., Siyasi Tarih Anabilim Dalı Başkanı.

[2] Vakit Gazetesi 17 Kasım 2009.  (http://www.habervaktim.com/yazar/19249/alevilik_konusundaki_kirmizi_cizgilerimiz.html)  Çevrimiçi 22.03.2010.

[3] Yeni Şafak Gazetesi 04.12.2009. (http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=19811&y=HayrettinKaraman) Çevrimiçi 22.03.2010.