• Simavne Kadısoğlu Şeyh Bedreddin ve eylemi

    Ali Duran GÜLÇİÇEK

    Yârin yanağından gayri her şeyde,
    her yerde, hep beraber!

    Şeyh Bedreddin, 1358/1360’larda Edirne yakınlarında, bugün Yunanistan sınırları içerisinde kalan Dimetoka’nın Simavna kasabasında doğdu. Babası, Simavne kadısı İsrail, annesi ise Melek Hatun’ dur. Bazı kaynaklara göre, Şeyh Bedreddin’in doğum yeri Dimetoka’ daki Simavna değil, Kütahya’ya bağlı Simav kazasıdır. Doğum tarihi ve yeri kesin olmamakla birlikte, Şeyh Bedreddin, babasının ve doğduğu yerin ismiyle „Simavne Kadısıoğlu“ olarak anılır.

    Şeyh Bedreddin’in oğlu Şeyh Beşa adıyla anılan İsmail’in oğlu Halil (bin İsmail bin Şeyh) tarafından yazılan, 2500 beyit ve 140 sayfadan oluşan Menakıbı Şeyh Bedreddin ibni Kadı İsrail adlı yapıtta verilen bilgilere göre ise, Selçuk oğulları sülalesinden gelen İsrail, Fazıl Bey, Delbentli İlyas, Hacı İlbeğ, Gazi Ece ve bunların ataları Haşım’la beraber Şeyhzade Süleyman Paşa ile Rumeline geçmişler ve Süleyman Paşa az zaman içinde çok yerler almış ve sonra atından düşerek ölmüş ve Bolayir’e gömülmüş idi. (Namık Kemal’ın mezarı da Bolayır’da Şehzade Süleyman Paşa’nın yanındadır). Murat Hüdavendigâr, Malkara’da bunlar ile buluşmuş ve bunların herbirini bir tarafa göndermiş; Hacı İlbeği Burgoz (Burgaz) ve Dimetoka taraflarını almağa gitmiş ve Dimetoka kalesini zapetmiş… “Bundan sonra Gazi İsrail üçyüz kişi ile bir bir kale üzerine yürüdü ve kalenin Ban’ini (Sancak beyi) ve çoluk çocuğunu kaçarken yakaladı. Bunlar arasında Ban’ın bir kızı da var idi. Gazi İsrail bu kaleye yanındaki arkadaşlarından seksen kişi ile bir subaşı bıraktı. Ve kendisi kalan arkadaşları ile birlikte Borgüz’a döndü. Bu, âlim olan Gazi İsrail elde edilen ganimetlerin azını ve çoğunu Gaziler arasında üleştirdi. Ve Ban’ı kızını kendine alakodu ve buna Melek diye ad verdi. Bundan 760 (1358)’de Mahmut – Şeyh Bedreddin doğdu ki, o zaman daha Edirne alınmamış idi. İsrail’in bu oğlundan başka birkaç oğlu daha oldu. Bunların içinde âlim olanları, olmıyanları var idi… Kadı İsrail’in durduğu kalenin adı Semaviye – Semavene idi. Bu kalenin kilisesini kendie ev yapmış idi. Semaviye köyünde hergün zirhile, silâhile çikup akşama dek çift sürer idi. Edirne alınınca Kadı İsrail buraya yerleşti…”1 

    Şeyh Bedreddin’in yaşamıyla ilgili en eski kaynaklardan biri de, Taşköprülüzâde’nin (öl. 968/1560) „Al-Şakaik al-numaniya“ adlı yapıtı; Türkçe baskısı Molla Mehmed el-Mecdi (öl. 999/ 1590) ve Âşıkpaşazade (1400-?) Tarihidir. Taşköprülüzade, Şeyh Bedreddin hakkındaki bilgileri daha çok, Edirne sarayında bir süre Çelebi Mehmed’in kâtipliğini yapan tarihçi Ibn Arabşah’a (1389-1450) dayanarak vermektedir.

    Bursalı Mehmed Tahir’in „Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, s. 39’da“ verdiği bilgilere göre, Şeyh Bedreddin’in soyu Selçuklu Sul-tanlarından İzzeddin Keykâvus’a dayanır:2 

                                   İzzeddin Keykâvus II (öl. 1260)

                                                      ¦
      
                                                 Feramuz

                                                      ¦

              Alaeddin Keykubat III      Abdülaziz        Abd al-mümin Abdülaziz

                    (öl. 1307)                     ¦                           ¦

                                                    İsrail                   Müeyyed

                                                      ¦
                                       Şeyh Bedreddin Mahmud

    Bedreddin Mahmud, ilk tahsilini babasının yanında Simavna ve Edirne’de yaptıktan sonra Bursa ve Konya’ya gitti. Orada tıp, astronomi, matematik ve fıkıh konularında öğrenim gördü; ayrıca Fazlullah isminde ünlü bir mutasavvıftan (bir ihtimal Hurifi tarikatının öncülerinden) tasavvuf dersleri aldı. Daha sonra, babasının amcazadesi Mevlana Müeyyed bin Abdülmümin ile birlikte Mısır’a gitti. Bir süre Seyyid Şerif Cürcani’den (Astarabad 1339/1413) dersler aldı. Bilindiği gibi aynı dönemlerde yaşayan Hurifi tarikatının kurucusu Fazlullah el Hurifi’de Astarabadlıdır. Enelhak düşüncesini savunduğu için Timur’un oğlu Miran Şah tarafından Şirvan’da idam ettirilmişti. 

    Şeyh Bedreddin, daha sonra Mısır’da Ahlatlı Seyyid Hüseyin’le tanıştı. Kayı boylarının Anadolu’daki ilk yerleşim merkezi olan Ahlat, Van’ın bir ilçesidir. Ünlü mutasavvıflardan ve vahdet-i vücut (varlık birliği) kuramının savunucularından olan Seyyid Hüseyin Ahlati, Moğol baskınları sırasında Ahlat’tan ayrılıp Mısır’a göçmüş ve burada dergâhını kurmuştu.

    Bilginler bilgini Bedreddin bir süre Hüseyin Ahlati’nin dergâhında kaldı. Hüseyin Ahlati’den tasavvuf dersleri aldı.  Üzerindeki ipekli gömleği çıkartıp, dervişlik hırkasını giyen ve hakikat yolcusu olan Bedreddin, benlik dağlarını yıkarak; şanı, şöhreti, serveti, mevkiyi terkederek hakikat deryasına daldı. Varlıkları, gönül gözüyle görmeye, tanımaya, kavramaya başladı. Belli aşamalarından (dört kapı ve kırk makamdan) geçerek sırr-ı hakikata ulaşan, yetkinleşen Bedreddin Mahmud, renk, dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeden insanlara aynı nazarla bakıyor; insanı doğadan, Tanrı’dan ayrı görmüyor; onun bir parçası sayıyordu. Şeyh Bedreddin’e göre, “Varlık âlemi bir bütündür. Cennet cehennem bu dünyadadır; bu dünyada mutlu yaşayan cennette, mutsuz yaşayan cehennemdedir. Her şey insanda mevcuttur; gerçek olan insandır… İnsan evrende neye baksa kendisini görür; evrende ne varsa kendisinde bulur…” Aynı içeriği taşıyan Hz. Ali’nin şu sözü de oldukça anlamlıdır: “Sen kendini küçücük bir beden sanıyorsun; oysa ki koskoca bir evren sendedir. Derman sende, ama senin haberin yok; derdin senden ama sen görmüyorsun…“

    Şeyh Bedreddin, bir ara Mısır’dan ayrılıp Tebriz’e gitti. Tebriz’de Timur İmparatorluğunun kurucusu, Timurleng, Aksak Timur, Tamerlan adlarıyla da anılan Timur’la (Keş 1336-Ortar 1405) buluştu. Birçok konuda Timur’la tartışmaları oldu:

    Şeyh Bedreddin, “gerçek iktidarın insanlar üzerinde değil, yürekler üzerinde kurulduğunu; yürekler üzerindeki en sağlam iktidarın korkuyla değil, sevgi, vefa ve sadakatle olabileceğini… Adil bir hükümdar, kimsenin kendini yasalardan üstün görmediği, bir rençberle bir zenaatkarın, emeklerinin karşılığı olan ücreti alabildikleri; yaşlıların saygı gördükleri, öksüzlerin, yetimlerin, güçsüzlerin, kim-sesizlerin korundukları, barışın egemen olduğu ülkenin hükümdarına dendiğini; başka halklar üzerinde baskı uygulamanın özünde, kendi halkı üzerindeki baskıyı gizlemeye, unutturmaya yönelik olduğunu… Ceza tayin etmek hükümdarların, doğruyu söylemek, gerçeği savunmak ise kendilerinin işleri olduğunu ve gerçeğe engel olabilecek bir cezanın daha icad olunmadığını…”3  açık ve net bir dille Timur’a anlattı. Baskı ve korku temeli üzerinde hüküm süren Timur’un bütün haksızlıklarını ve acımasızlığını açık açık yüzüne söylediği halde, yine de bilge kişiliği ve düşünceleriyle Timur’un beğenisini kazananan Şeyh Bedreddin’e Şeyhülislamlık gibi yüce bir makam, mal ve servet teklif edildi. Bedreddin bunlardan hiçbirisini kabul etmedi; “hakikatin değersiz bir kölesi olan benim gibi birinin bu yüce şerefe layık olup olmadığını düşünmeme izin verin, yüce emir!..”4  deyip oradan ayrıldı, Ahlat ve Bitlis üzerinden tekrar Mısır’a döndü. Şeyh Bedreddin’e göre, ülke üstüne ülke fetheden, kentleri, kaleleri yakıp yıkan, insan cesetlerinden kuleler yapan hükümdar Timur büyüdükçe büyümüştü, ama insan Timur küçülmüştü…

    “Bir gün Bedreddin, hocası Hüseyin Ahlati’ye gönül borcunu dile getirecek oldu… Ama şeyh kabaca kesti sözünü: Aynı gönül borcunu benim yerime bir solucana ya da bir kurbağaya da duyabilirdin… Öğrencisindeki şaşkınlığı görünce, sözlerini açıkladı:

    Şeyh Şibli’ye, ‘Sana hakikat yolunu gösteren kim oldu?’ diye sormuşlar. ‘Bir köpek’ demiş şeyh ve anlatmış: ‘Bir gün, bir su kıyısında, susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek gördüm. Köpek, içmek için suya her hamle edişinde suda kendi suretini görüyor ve bunu başka bir köpek sanıp korkuyla geri kaçıyordu. Sonunda susuzluğu, içindeki  korkuya üstün geldi ve köpek suya atladı. Atlamasıyla da sudaki suret kayboldu. Gereksindiği şeyle kendisi arasındaki engel, kendisiydi. Ben de, kendim sandığım şeyin aslında içimdeki engel olduğunu anladığımda engel ortadan kalktı. Ama bana yolumu ilk gösteren bu sokak köpeği oldu…’ Öğrenme-ye hazır durumda olan, kimden olsa öğrenir.. Şibli’nin sözlerini herhalde böyle anlamak gerek, diye düşündü Bedreddin. Yani öğrenmek, öğetmene değil, sana bağlı. Eğer sen olgunlaşmamışsan, değil herhangi bir öğretmen, peygamber olsa sana birşey öğretemez. Ve eğer sen hazırsan, bir köpek bile sana hakikat yolunu gösterebilir. Yaşadığımız her an, bizim için bir rehberdir. Ve ben her gün bana yol gösterecek fırsatları görmeden, yanlarından geçip gittim. Bildiğimi sanıyordum çünkü, buydu benim talihsizliğim. Ben biliyorum, diyordum. Oysa kim ki bilir, bir daha hiç öğrenemez. Önce bilmediğini bileceksin. O zaman öğüt akıl dört bir yandan yağar üzerine… Ahlati’ye göre hakikati anlatmak, öğretmek değil, hakikate götürmekti. Hakikat, öğrenilen değil, olunan şeydi. Usta, bilgi vermiyordu, o, gösteriyordu: kendi içinde kapanmaya engel olan duvarların nasıl yıkılacağını ve kendi kendisiyle nasıl yaşanacağını…”5 

    “Bedreddin Kahire’deki tekkesinde kendine (hakikata) ulaşma yolculuğunu aşama aşama gerçekleştirdi; bir duraktan ötekine ölü hükümlerin kalelerini, bencilliğin bendlerini yıka yıka ilerledi. Böylece fakih Bedreddin, öğretmen Bedreddin, Kadığolu Bedreddin, Müslüman Bedreddin gitgide küçülürken, insan Bedreddin gitgide büyüdü… Bedreddin, hakikat yolu yolcusunun kendini tıpkı evren gibi öncesiz ve sonrasız duyduğu, dalgaların denizden ayrılmazlığı gibi kendini evrenin bir parçası olarak duyumsadığı bir manevi konuma ulaştı… Yıllar sonra mücadele arkadaşlarına Kahire deneyiminde söz etmesi gerektiğinde bu konumu şu sözlerle açıklayacaktı: ‘Bütün duyuları terkeder yolcuyu. Ama hayır, bu ne baygınlık, ne uykudur. Uyumadığı halde yolcu bedeninin büyüdüğünü, genişlediğini ve tüm dünyayı içine aldığını görür. Dağları, ırmakları, ağaçları, bahçeleri, dünyada ne varsa her şeyi kendi içinde bulur. Dünya o olur, o da dünya. Neye baksa, kendisi. Kendisi olmayan bir şey bulunmaz. Neye baksa, baktığı şey olur. Neye baksa, baktığı şeyin kendisi olduğun anlar. Güneş ile zerrenin aynı şey olduklarını kavrar; aralarında bir ayrılık düşünmez. Zaman da tek bir zaman olur onun için; başlangıç ve son, ilksizlik ve sonrasızlık tek bir anın içinde erir…”6 

    Seyyid Hüseyin Ahlati, hasta döşeğinde son günlerini yaşarken, Bedreddin’i yanına çağırıp, kendisinden sonra yerine geçmesini vasiyet etti. “Ve Bedreddin’e dönüp: Rum mülkünün (Rumeli’nin) Mansur’u canını dost yoluna vermek gerektir…’ diyerek güldü ve sonra gözleri yaş ile doldu. Ve bir an sonra Şeyh Hüseyin Ahlati’nin can kuşu göklere uçtu. Şeyh Bedreddin, Şeyhi Hüseyin Ahlati’nin bu işaretinden müteessir olarak bir zaman düşünmeden kendini alamadı. Sonra Hakk’a teslim olmak yolunun yolcusu olan Şeyhin gönlüne Yunus’un şu sözü geldi ki kendisinin güzel sesli bir dervişine bu sözü dünyadan gidinceye dek okutturdu:

    Bir dürrü yetimin ki görmedi beni umman
    Bir katreyim illâ ki ummane benim umman
    Der urmaz idi Mansur tevhidi … dan
    Aşk darına döst zülfü asmıştı beni uryan.”7

    Şeyh Bedreddin, Seyyid Hüseyin Ahlati’nin Hakk’a yürümesinden (vefatından) sonra, bir süre tekke postnişinliğini yaptı; ayrıca Mısır sultanlarından Barkuk oğlu Farac’a dersler verdi. Altı ay sonra Mısır’dan ayrıldı. Buradan önce Haleb’e geçti. Cebel Arsus (İskenderun yakınlarında bir sıradağ)’da meşhur Kızılbaş şairlerinden Safevi devletinin kurucusu Şah İsmail Hatayi’nin dedesi Şayh Cüneyd’le buluştu.

    Âşık Paşazade’nin bildirdiğine göre, Şayh Cüneyd bir ara Konya’ da Şeyh Sadreddin (Konyevi)’nin tekkesini ziyaret etti. Şeyh, bu misafirini kâfirlikle (dinsizlikle) suçlayınca, Cüneyd, ertesi gün kalkıp yola düştü ve Varsak’a (Kilikya, Adana, Gaziantep dolaylarında Türkmen boylarının yaşadığı bölgeye) doğru gitti. Tekke postnişini Abd’al-lâtif, Karamanoğlu İbrahim Bey’e hemen haber bildirdi: Cüneyd’in iyi bir sufi olmadığını ve tahtında gözü olduğunu yazdı. Bunun üzerine Karamanoğlu, Şeyh Cüneyd’in yakalanması için Varsak beyliğine haber bildirdi. Bunu duyan Şeyh Cüneyd, yanına birkaç kişiyi alarak Halep’e gitti. Cebel Arsus’ta Şeyh Bedreddin’le bir araya geldiler. Ne var ki, Halep’teki softalar da bunlara rahatlık vermediler. Mevlana Ahmed Bekri ve Abd-el-Kerim, Halife Şeyh Zeyneddin’ in müritleri, Mısır Sultanı Çakmak’a (öl. 1453) bir haber yollayarak, „senin ülkende deccallar türedi“ diye şikayette bulundular. 

    Bunun üzerine Mısır Sultanı, Halep beyliğine, Şeyh Cüneyd ile Şeyh Bedreddin’in yakalanması için emir verdi. Halep Valisi, hasta olduğundan, yerine yardımcısı Ulu Hacib’i bunların üzerine gönderdi. Çıkan çatışmada Şeyh Cüneyd’in 70, Şeyh Bedreddin’in 25 yoldaşı şehid edildi. Bu olaydan sonra Şeyh Cüneyd ile Şeyh Bedreddin Halep’ten ayrıldılar. Şeyh Cüneyd, Canik (Amasya-Giresun) tarafına geçti. Yandaşlarına haber salıp, „beni görmek isteyen Canik’te arasın“ dedi. (Bk. Kızılbaşlık kavramının içyüzü). Görüldüğü gibi, Şeyh Bedreddin’in, daha sonraki Bedreddin eyleminde, özellikle Kızılbaşlar tarafından desteklenmesi ve düşüncelerinin onlar tarafından benimsenmesi bir rastlantı değildir. 

    Menakıbı Şeyh Bedreddin’de verilen bilgilere göre, Şeyh Bedreddin, Haleb’e geldiğinde, (16.yüzyılda bu bölgeye yerleştirilen Beğdili, Gündüzlü, Avşarlı, Bayat, İnablu, Küpekli, Karkın, Kızık, Uç, Acurlu, Döğer, Kınık Eymür, Bahadırlı, Kaçılu, Karakoyunlu ve Bahadırlı gibi oymaklardan oluşan) Halep Türkmenlerinden bin kişi kendisini karşıladı ve kendisi için bir Hanikah yapıp içlerinde alıkoymak istediler. Bedreddin, bunların arasında Seyyid İmaddedin Nesimi’nin asılmasına fetva verenlerden birinin de olduğunu anlayınca Halep’te durmadı. Burdan önce Konya’ya gitti. Orada birçok ulema arkadaşlarıyla görüştü. Aydın, Tire, İzmir, Sakız ve Kütahya illerini gezdi, daha sonra Bursa, Gelibolu/Seyit Kavağı ve Koğar dağı üzerinde Edirne’ye geldi. Burada hayatta olan annesi ve babasıyla görüştü.8

    Şeyh Bedreddin Konya’ya geldiğinde, Karamanoğlu (Mehmed Bey II, öl.1423), O’nu sarayına çağırıp bir ziyafet verdi ve orada kendisinden keramet göstermesini istedi. “Şeyh buna toprağı göstererek ne olduğunu sordu. Karamanoğlu, toprak olduğunu söyledi. Bedreddin, yemiş ağaçlarının nereden bittiğini sordu. Karamanoğlu gülerek yerden bittiğini söyledi. Bedreddin, akan suların ve pınarların nereden çıktıklarını da sorup, bunların da yerden çıktığı cevabını Karamanoğlu’ndan aldı ve ardından Bedreddin: ‘Ey Padişah! Bizden sen keramet iste!.. Dünya kerametle dopdoludur. Bu yolda toprak olursan bütün yemişler senden biter. İçin, dışın kerametle dolar!…’ diye sözünü bağladı. Bunu duyan hükümdar kendisine geldi ve bu hale hayran kalıp Bedreddin’e biat eyledi…”9  

    Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid’in (1360-1403) oğlu Musa Çelebi tahta çıkınca (1410) Şeyh Bedreddin’i Rumeli Beylerbeyliğine (Kazaskerliğe) getirdi. Bedreddin’in Kazaskerlik görevi pek uzun sürmedi. Kardeşler arasından çıkan taht kavgasından dolayı, Mehmed I (1389-1421), kardeşi Musa Çelebi’yi tahtan indirerek yerine kendisi geçti ve Şeyh Bedreddin’i de görevinden alıp İznik’e sürgün etti.

    Şeyh Bedreddin, Rumeli Beylerbeyliği sırasında, Alevi Dedelerinden Börklüce Mustafa (Dede Sultan) ile tanışmıştı. Dede Sultan, Bedreddin’in yanında çalışıyordu. Bedreddin İznik’e sürgün edilince, Dede Sultan da Aydın tarafına gitti. Aydın’dan Karaburun’a geçti. 

    Börklüce Mustafa Aydın ve Karaburun’da, Torlak Kemal Manisa’da, Şeyh Bedreddin Rumeli, Silistre, Dobruca ve Deliorman bölgelerinde faaliyetlerini yürütüp, renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin, insanlar arasında tam bir eşitliğin, özgürlüğün ve mal ortaklığının sağlanması yönünde propaganda yaparak farklı inançlardan, etnik kökenlerden geniş bir halk kitlesini biraraya getirdiler. Olayı duyan Mehmet I (Çelebi), Saruhan Valisi Süleyman Bey’in emrine güçlü bir ordu vererek Börklüce Mustafa’nın üzerine gönderdi. Börklüce Mustafa 6000 kişilik yoldaşıyla Süleyman Bey’in ordusunu yenilgiye uğrattı. Daha sonra Saruhan ve Aydın’a vali olarak atanan Ali Bey ve kuvvetleri de bu olayda yenilince, Mehmet Çelebi, Amasya valiliğinde bulunan oğlu Murad’ın komutasına Anadolu ve Rumeli askerlerinden oluşan güçlü bir ordu vererek Börklüce’nin üzerine gönderdi. Bayezid Paşanın yönetimindeki bu ordu, genç-ihtiyar, kadın kız, demeden binlerce insanı hunharca kılıçtan geçirdi. Börklüce Mustafa ve yoldaşları Efes’te çarmıha gerilerek idam edildiler. Torlak Kemal ise Manisa’da yakalanıp darağacına götürüldü. Darağacına götürülen Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’nın yoldaşları son söz olarak: „İriş Pirim iriş gör ki olanı / kurtar muhanetten elde kalanı!..“ dediler.10  

    Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler,
    Yahudi esnafları,
    On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın
    Düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
    Bayrakları al, yeşil,
    Kalkanları kakma, tolgası tunç
    Saflar pâre pâre edildi ama,
    Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
    On binler iki bin kaldı.
    Hep bir ağızdan türkü söyleyip
    Hep beraber sulardan çekmek ağı,
    Demiri oya gibi işleyip hep beraber,
    Hep beraber sürebilmek toprağı,
    Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
    Yârin yanağından gayri her şeyde, her yerde, hep beraber!
    Diyebilmek için…11 

     ***
    Aydın ellerinde ceran gezerdi
    Analar al yeşil tuğra bezerdi
    Bacılar tuğraya sedef dizerdi
    Sedefin üstüne âyet yazardı
       İriş pirim iriş, gör ki olanı
       Kurtar muhanetten elde kalanı
       Beşparmak üstünden bir bulut yağdı
       Bulut değildi de bir koca dağdı
    Alazlanıp gelen billâh çerağdı
    Irahmet çekildi, ok, cıda yağdı
    İriş koç yiğidim uğrular geldi
    Uğrunun soluğu bağrımı deldi
       Kılıç üşürürdü, beyi sultanı
       Atını koşturdu veziri, hanı
       Biz de helâl ettik bu kuşça canı
       And verdik yoluna, dökeriz kanı
    İriş Dedem Sultan, kavgaya iriş
    İmdi can günüdür, gazaya giriş!..
    Aydın’da, Ortaklar, Karaburun’da
    Kılıç ceran oldu, oynuyor kında
       Bir elim harmanda, bir elim kanda
       Kanara kurarız biz de yakında
       İriş koç yiğidim er meydanına
       Sultanın ettiğin koma yanına
    Sultanoğlu leşkerine buyurdu
    Buyruğunu dört bir yana duyurdu
    Kılıç çaldı, ana, bebe savurdu
    Yalım esti her yanları kavurdu
       Vur yoldaş vuralım, kavga günüdür
       Ahırı evveli gine ölümdür
       Sultana paşadan muştu salındı
       Leşker ortasında ziller çalındı
    Dedemin başına ferman kılındı
    Bir seher vaktiydi kaddi12  alındı
    Sesimi banlasam varabilmez
    Gayrı benim yüzüm gülebilmez!..13 

     Deli Orman (Ağaçdenizi) bölgesinde Kızılbaş toplulukları arasında yaşayan ve onların desteğini alan Şeyh Bedreddin, bir baskın sonucunda yakalanıp Serez’e getirildi. Padişahın huzurunda karasakallı, kara cüppeli bir softa kurulu tarafından sorguya çekildi. Tanınmış fetvacılardan İranlı Mevlana Haydar Herevi (öl. 1427), bazı kaynaklara göre, İranlı Molla Said’in, „şeran kanı helal, fakat malı haramdır“ şeklinde verdiği bir fetvayla14  Şeyh Bedreddin 18 Aralık 1416’da15 kimi kaynaklara göre de 1420’de Serez’in Bakırcılar çarşısında çırılçıplak asıldı. 

    Tarihçi İbn Arabşah’a göre, Şeyh Bedreddin, hakkında yazılan bu fetvayı kendisi mühürler. Şeyh Bedreddin softaların yazdığı bu fetvayı eline alır, dini konularda fetva vermek hakkına sahip olduğu Kahire günlerinden beri yanında taşıdığı mührünü cebinden çıkartıp: „Hakikat bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur. Ama madem ki biz yenildik, şimdi artık bütün bu konuşmalar boşadır. Yeryüzü sultanına başkaldırmış birinin katli vacip değil midir? Vaciptir! Öylese verin şu fetvanızı!“ deyip, fetvanın altına mührü kendisi basar. 

    Şeyh Bedreddin darağacına giderken, kalabalık arasında Akşemseddin, Mecnun, Durası Emre, Derviş İbrahim, taşçı ustaları Aşot ve Vartan kardeşleri ve öteki mücadele arkadaşlarını, öğrencilerini görünce, onlara şu vasiyette bulundu:

    „Bedenimi şu bakırcılar çarşısı yakınında bir yere gömün. Ama beni kara toprakta değil, hakikatı anlamış insanların yüreklerinde arayın!“ dedi.16

    Ve öyle oldu. Bedreddin’in bedeni Serez toprağına, düşünceleri ve öğretisi ise hakikatı anlayanların yüreğine gömüldü. Halkın yüreğinde yaşayan; sözü, bakışı ve soluğuyla tekrar dirilen Bedreddin’in bu öyküsünü gelin Nâzım Hikmet Ran’dan (Selanik 1902 – Moskova 1963) dinleyelim:

    BEDREDDİN’İN ÖLÜSÜ

    “Yıl 823’tü (1419/20), çocuklar…

    Hünkâr’ın iradesi ve İranlı Molla Said’in fetvasıyla Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin’i bir ağaca asmıştılar.
    Gecenin geç ve yıldızsız bir saatiydi.
    Yavaş sesle, korkarak yapılan bir ihanet konuşması gibi yağmur çiseliyor. Ağacın kalın ve yapraksız bir dalında sallanan 79 yaşındaki Bedreddin’in çırılçıplak ölüsü ıslanıyordu. Dermansız, ince kolunun ucunda bembeyaz bir ışık külçesi gibi yanan sağ eli, bir bakırcı dükkânının kapalı kepeneklerine yukardan dokunacak, kepenekleri açıp dükkânın bakır kızıltılarıyla dolu karanlığın aydınlatacak gibiydi.

    Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin’in bu sağ eli, narlar, aç çocuk çığlıkları, at kişnemeleri, zincir ve kırbaç sesleriyle dolu havaların içinde, göz alabildiğine sınırsız, dalgaları köpürmüş serin bir deniz pırıltısıyla dolaşmıştı, çocuklar…

    O, Varidat’ı bu eliyle yazdıydı. Suların, toprakların ve yemişlerin, din, ırk ayrılığı gözetmeksizin, yeryüzünü işleyenlerin müşterek mülkü olduğunu söyledi. Anadolu ve Karaorman köylüleri yeryüzünün yemişlerini bu elin açtığı kardeş sofrasında yemek için, o güne dek işitilmemiş bir kavga türküsünün sevinciyle ayaklandılar.

    Devrin sultanı, sırma cepkenli, al atlas külahlı ordularından birinin başına şehza-delerinden birini geçirip onların üstüne gönderdi. Şehzade’yi yendiler…

    Bedrettin, sultanın özüyle çarpışmak için Rumeli’ye geçti… Karaorman’da ihtilal ordusunun çadırlarını kurdu. Çarpışma olmadı fakat. İhtilal çadırlarının sıcaklığına dost gibi sığınan hünkâr uşakları, bir gecenin karanlığıyla anlaşarak Simavneli’yi kaçırdılar, Edirne’ye getirdiler. O vakit, dünyasının en büyük bilgini, sınırsız toprağın, işelyen kolun, duyan yüreğin şeyhi, ihtilalin dev adamı, dinsiz Bedreddin; kendisinin idamını isteyen Molla Said’in hattı talik ile yazılmış fetvasını, gözlerinde yenilmemiş bir pırıltı, işte bu sağ eliyle imzaladıydı, çocuklar.

    Gece… Yağmur çiseliyor… Simaven Kadısı Oğlu Bedreddin’in çırılçıplak ölüsü, kepenekleri inik, yüzlerini elleriyle kapatmış analar gibi dilsiz Edirne esnaf çarşısında, yapraksız bir ağacın dalından sallanıyordu.

    Köşeden üç adam belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir at…

    Bedreddin’in asıldığı ağacın altına geldiler… Soldaki pabuçlarını çıkardı ve Sakızlı bir gemicinin ustalığıyla ağaca tırmandı. Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler. Ağaca çıkan adam, Bedreddin’in uzun ak sakalı altından ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeye başladı. Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı. Kan çıktı. İpi kesmekte olan adam sapsarı oldu. Sonra eğildi, yarayı öptü, doğruldu, bıçağı aşağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba sevgisiyle Bedreddin’in ölüsünü ağağıda bekleyenlerin kucaklarına teslim etti. Onlar, çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağı indi ve bu üç kişiden en genci, çıplak ölüyü taşıyan atı yedeğinde çekerek, çiseleyen yağmurla ıslanmış gecenin içinde kayboldu…

    Balkan harbi’nden önceydi, Ben dokuz yaşındaydım. Dedemle Rumeli’nde bir köylüye konuk olduk. Köylü mavi gözlü, bakır sakallı bir adamdı. Bol kırmızı biberli tarhana içtik. Kıştı, Rumeli’nin kuru, bıçak gibi keskin, ağırbaşlı kışlarından biri.

    Köyün adını hatırlamıyorum. Yalnız, yarı yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün köylülerini dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en kafa tutar insanları diye anlattıydı. Jandarmaya göre, bunlar ne Müslüman, ne gâvurdular… Belki Kızılbaştılar… Ama tam da Kızılbaş değil…

    Köye girişimiz hâlâ aklımdadır. Güneş battı, batacak. Yol don tutmuş. Yolda cam parçaları gibi parıldayan donmuş su birkintilerinin aynalarında kızıllıklar…

    Köyün karanlıklara karışmaya başlayan ilk çitlerinde bir köpek bizi karşıladı. İri, akşamın gölgeleri içinde kendi kendinden daha iri görünen bir köpek havlıyordu. Donmuş, rekli havaları boydan boya yırtarak havlıyordu. Arabacı dizginleri kastı. Köpek atların göğüslerine doğru sıçrayıp saldırıyor.

    Ben, “Ne oluyor?” diye başımı arabacının arkasından dışarı uzattım… Arabacının kamçıyı tutan kolu, dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve ince bir şaklamayla köpeğin başına indi. Tam bu sırada kalın bir ses duydum:

    – Hey!.. O vurduğun köylü de, sen kaymakam mısın?..
    Dedem arabadan indi, köpeğin sahibine merhaba, dedi…
    Konuştular… Sonra köpeğin sahibi, bakır sakallı, mavi gözlü adam bizi evinde konuk etti.

    Kulaklarımda çocukluğumdan kalan birçok konuşma vardır. Bunlardan çoğunun manasını büyüdükçe anlamış, kimisine gülmüş, kimisine şaşmış, kimisine kızmışımdır. Fakat çocukken, yanımda büyüklerin yaptıkları hiçbir konuşma, mavi gözlü, bakır sakallı köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi, bütün hayatım boyunca dokunaklı olmamıştır.

    Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardır; ötekisi, kalın, hırçın ve inançlı bir sesle konuşuyordu. Onun kalın, hırçın ve inançlı sesi diyor ki:

    – Çıplak ölüsünü ağaçtan indirip eğersiz atın üstünde kaçıranlardan biri bizim köydendi…
    İlkönce ölüsünü bizim köye getirdi. Yamacın üstündeki kara ağacın altına göm-dü… Sonra Hünkâr atlıları Köyü bastılar… Atlılar gittikten sonra yamacın üstün-deki kara ağacın altında ölüyü çıkardı, belki bir daha basarlar da bulurlar diye aldı ölüsünü çıktı köyden… Bir daha dönmedi…
    Dedem soruyordu:  – Buna emin misin?

    – Elbette… Bunu bana anamın babası söylerdi. Ona da dedesi söylemiş, onun dedesine de dedesi… Bu böyle gider…

    Odada bizden başka sekiz on köylü daha var. Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin çevresinde oturuyorlar. Ara sıra bir ikisi kımıldanıyor ve bu alaca aydınlık dairenin çemberinden içeri giren elleri, yüzlerinin bir parçası, omuzlarından birisi kırmızılaşıyor.

    Bakır sakallının sesini duyuyorum:

    – O gelecek yine… Çırılçıplak ağaca asılan, çırılçıplak gelecek yine…
    Dedem gülüyor:

    – Sizin bu itikadınız, diyor, Hıristiyanların itikadına benziyor. Onlar da İsa Peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler… Hatta biz Müslümanların içinde bile, İsa Peygamber’in günün birinde Şam-ı Şerif’te gözükeceğine inananlar vardır…

    Dedemin bu sözlerine o birden karşılık vermiyor… Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta, ağır ağır doğruluyor… Şimdi bütün gövdesiyle ocağın kızıl aydınlığı içindedir. Yüzünü yandan görüyorum.  Sakalı daha kırmızı, gözleri daha mavi gibi… Büyük düz bir burnu var. Kavga eder gibi konuşuyor:

    – İsa Peygamber’in ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyıla dirilecekmiş… Bu yalandır… Bedreddin’in ölüsü etsiz, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek… Bunu bilirim işte… Biz, Bedreddin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu gelecektir diyoruz…

    Sustu, yerine oturdu… Dedem Bedreddin’in geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum. Ben dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine inanıyorum. (Nâzım Hikmet, Resimli Her Şey dergisi, 9 İkinci Teşrin 1935).“17

    Osmanlı tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa’nın Şeyh Bedreddin hakkında verdiği bilgilere göre, „Şeyh Bedreddin, başına İslâm ve Hırıstiyanlardan birçok kalabalık topladı. İnsanlar arasında tam bir eşitlik, tam bir özgürlük ve mal ortaklığı gibi bozuk düşünceler çabuk tutulduğu ve bu düşüncenin herkesçe, hele yoksul kimseler arasında hoş görüldüğü için Dede Sultan’a saygıyla sarıldılar. Bu bozuk düşüncelerin sanki Osmanlı ülkelerindeki halkı, din ve mezhep gözetmeksizin bir ulus olarak yaşatmak için en güzel bir çare olduğu Şeyh Bedreddince öğretilerek yayıldığı söylenir“18

    Ahmet Cevdet Paşa’nın pozitif olmayan bu değerlendirmesinden de çıkartabileceğimiz gibi, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in asıl hedefleri, diğer Alevi içerikli eylemlerde olduğu  gibi, din, dil, ırk, cinsiyet ve düşünce ayrımı yapmadan, insanların adil bir düzende insanca, özgürce, eşit ve kardeşçe yaşamalarıydı.

    1789 Fransız Devriminin de özü de bu değil miydi?: İnsan hakları, özgürlük, eşitlik, laiklik, akılcılık ve kardeşlik… 1948’de Birleşmiş Milletlerce kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi de aynı amaçları içermiyor muydu?..

    17. ve 18. yüzyılda batı Avrupa’da başlatılan bu yenilikçi hareketler, Baba İlyas, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Şeyh Bedreddin öncülüğünde Anadolu’da 13.-14. yüzyılda başlatılmıştı.

    Şeyh Bedreddin’in düşünceleri, Bedreddinilik (Simavilik) adıyla Alevi-Bektaşilik bünyesinde gelişerek günümüze geldi. Bedreddiniler daha çok Trakya taraflarında, Deliorman ve Dobruca bölgelerinde yaşamaktadırlar. Buralarda halen Bedreddin erkânını yürüten kimi Alevilere Amucalar denir. Bk. Amucalar/Bedreddiniler.

    Siroz (Serez)’deki Şeyh Bedreddin tekkesinin mihmandarlarından Moralı şair Vehbi (18.-19. yy.), Vehbi Baba Divanı19  adlı yapıtında vahdet-i vücut öğretisinin önemli temsilcilerinden Şeyh’ül Ekber İbn Arabi’ye benzettiği Şeyh Bedreddin’i şöyle övmektedir:

    ŞEYHİM SULTAN BEDREDDİN HÛ!

     Zat-ı Hak’dan bir nur doğdu
    Doğdu da Siroz’a (Serez’e) kondu
    Hak yolunda şehid oldu
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!Derdi İlâhiden haste
    Ledün ilmine şâyeste
    Tecelli nurıyla beste
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!Simavna doldu âvâzı
    Tarıykat fethine gaazi
    Ehlullâhı kıldı şâzi
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!Mahveyleyip kibr ü kini
    İhyâ eyledi ol dini
    Şeyhü’l-Ekber’in yakını
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!Enel-Hak dârına Mansur
    Huvel-Hak sırrına manzur
    Visâl-i yâr  ile mesrur
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!Sırr-ı tevhiddir sözü
    Şekden halâs etdi bizi
    Hakk’a tapşırmıştır özü
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!Keşf-i kerâmete kaadir
    Hakaayık ilmine mâhir
    Vâridât’ı olub zâhir
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû’Dergâhında Vehbi bende
    İnâyet mürüvvet sende
    Şefâat rûy-ı mahşerde
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!


    Bedeni Serez toprağında, düşünceleri ve öğretisi ise hakikatı anlayanların yüreğinde gömülü olan Bedreddin’in kemikleri, Atatürk’ün isteği üzerine, 1924’de Serez’deki mezarından çıkartılıp İstanbul’a getirildi. 1961’de İstanbul Cağaloğlundaki Sultan Mahmut türbesi haziresine gömüldü. Ne yazık ki bu ünlü düşünürün bir anıt mezarı bile halen yapılmış değildir.

    Şeyh Bedreddin’le ilgili geniş çaplı araştırmaları olan ve ilk çalışması (Scheich Bedreddin, der sohn des Richters von Simaw: Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin) 1921’de yayımlanan20  Alman şarkiyatçı Franz Babinger, 1928’de yayımlanan „Das Grabmal des Schejehs Bedr ed-Din zu Serres (Şeyh Bedreddin’in Serrez’deki türbesi)” adlı makalesinde, Şeyh Bedreddin’in Serrez’deki türbesini ziyaret ettiğinde, oradaki yerli Yunan halkının Şeyh Bedreddin hakkında fazla bilgisi olmadığını, buradaki Türklerin 1923/24 yılları arasında Yunanistan’la yapılan antlaşma sonucu Türkiye’ye göç ettiğinde, Şeyh Bedreddin’in eski Türk pazarının arka kısmındaki geniş bir sahayı kapsayan Türk mezarlığının (Orta Mezalığın) kuzey yakasında bulunan ve bakımsızlığa terkedilmiş türbesindeki kemikleri ve Şeyh Bedreddin’le ilgili kitapları, el yazmaları, birlikte Türkiye’ye götürdüklerini yazmaktadır. Türbenin, Şeyh Bedreddin’in asıldığı dâr meydanına (siyasetgâha) yakın bir yerde olduğunu, dört köşeli, tahminen dört metre karelik bir yapıdan oluştuğunu ve üstünün eski selçuklu günbet(kümbet)lerini andıran pramid şeklinde yapıldığın belirtmektedir.21 

    Konuyu, Şeyh Bedreddin’in “Varidat” adlı yapıtından ve diğer bazı kaynaklardan seçtiğimiz şu anlamlı sözleriyle bağlayalım:

    • Tanrı, dünyayı yarattı, insanlara bağışladı. Erzak, giyim, kuşam, sürüler, arazi ve bütün toprak, ürünleriyle insanların ortak malıdır. İnsanlar yaratılış ve yaşayışta eşittirler. Birinin servet toplayıp biriktirmesiyle ötekilerin ekmeğe muhtaç kalması ilahi amaca aykırıdır.

    • İnsanlar birbirlerine tapıyorlar; ya da paralara, altınlara, yiyeceklere, üne, şan’a, bilmedikleri için de Yüce Tanrı’ya taptıklarını sanıyorlar.22 

    • Kişilerin elde ettikleri olgunlukların tatları, huriler, köşkler ve cennetlere benzetilmiştir. Bunlara verilen adlar takma adlardır. Çünkü eksik, cahil ve kıt akılları bulunan kişilere gerçek bu vesile ile anlatılabilir

    • Ölmeden önce öl, ta ki ölümsüz kalasın… Geçici ve mecazı varlıktan vazgeçen, kendi varlığının Allah’ın varlık kaynaklarından bir kaynak olduğunu bilen ve ikilikten kurtulan kişi sonsuza kadar diridir.

    • Sema da böyledir. Samimi fakriler vakitleri elverdikçe sema yapabilirler. Zira onlar güzel bir ses duyunca, gönüllerini Allah’a yönlendirir ve dünyayı tamamiyle bir tarafı bırakarak Allah sevgisiyle doldururlar. Allah’a ulaşmayı gerçekleştiren işi bir Müslümanın yasaklaması helâl midir?

    • Cemâl ve celâl sahibi Hak (Allah), her zerrede tecelli eder ve hepsinde vardır. Bu zerreciklerde bütün sıfatlarının izler, suç ve aşağılayıcı  durumlar da vardır. Kötü yön suçları gizler ve iyi yön gibi görünür, ta ki oraya yönelsin.

    • Suçlu, suç işleyene denir, yoksa bir suç için “bu suçtur”diyene değil.

    • Gerçek iktidar, insanlar üzerinde değil, yürekler üzerinde kurulur.

    • Öğrenciler değişir, ama öğreti kalır.

    • Vefa ve sadakat, cömertçe yapılan ihsan ve iyliklerle elde edilir.

    • Başka halklar üzerinde baskı uygulamak, özünde kendi halkı üzerindeki baskıyı gizlemeye ve unutturmaya yöneliktir.

    • Gerçeğe engel olabilecek bir ceza daha icad olunmamıştır.

    • Bizim görevimiz yol göstermektir; dostların görevi ise, çalışıp çabalamaktır. Sonsuz olan gönül evreni, zamanla değişir. Acele etmeye gerek yoktur. Her yemişin bir mevsimi vardır. Fakat boş oturmamak, çalışmak gerekir…23

    • Dünya kerametle dopdoludur. Bu yolda toprak olursan bütün yemişler senden biter. İçin, dışın kerametle dolar!…

    • Hakikat bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur.

    • Beni kara toprakta değil, hakikatı anlamış insanların yüreklerinde arayın!..
    Ben de halimce Bedreddinem…


    Ali Duran Gülçiçek: Her Yönüyle Alevilik (Bektaşilik, Kızılbaşlık) ve Onlara Yakın İnançlar, İstanbul-Köln 2004, Cilt I, s. 179-185.

    aliduran.g.@web.de

    DİPNOT

    [1] (YALTKAYA), M. ş. 1935: 234-235.
    [2] BABINGER, F.1921:1 vd.
    [3] FİŞ, R. 1992: 168 vd.
    [4] FİŞ, R. 1992: 173.
    [5] FİŞ, R. 1992: 147, 157.
    [6] FİŞ, R. 1992: 158.
    [7] (YALTKAYA), M. ş. 1935: 246.
    [8]    (YALTKAYA), M. ş. 1935: 246 vd.
    [9]    (YALTKAYA), M. ş. 1935: 247.
    [10]    DUKAS. 1965: 69.
    [11]    Nâzım Hikmet Ran’ın Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’ndan,1936.
    [12] kadd (Ar.): Boy pos. Bir gün sana zeval ere /Yüce kaddin ine yere (Yunus Emre)
        Kaddi bükülmek: Beli bükülmek. Surrum işlenmedi kaddim büküldü Beyaz vü-
    cudumun beni söküldü
    (Pir Sultan Abdal). Serv-i kadd: Servi, uzun, ince boylu.

        Bâr-ı mihnetten nihâl-i kaametin ham olmasın / Başımızda sâye-i serv-i kaddin
    kem olmasın
    (Fuzuli).

    [13] Torlak Kemal üzerine yakılan bir ağıt.
    [14] AşIkpaşaoğlu, 1970: 98
    [15] KISSLING, H. J.1959: 18
    [16]    FİŞ, R.1992: 426-427.
    [17] NâzIm HikmeT (RAN). 1997: 260-263.
          Halep, Diyarbakır, Konya, Sivas ve Selanik valiliklerinde bulunan, aynı zamanda iyi bir yazar olan Nazım Hikmet’in dedesi Nazım (Mehmed) Paşa (İstanbul 1840-1926), Kaygusuz Abdal Dergahı Postnişini Mehmet Lüfti Baba’dan nasib alarak Bektaşiliğe girmişti. Nazım Hikmet’in annesi ressam Celile Hanımın da Kısıklı Bektaşi Dergâhıyla yakın ilişkileri vardı.  Yahya Kemal Bayatlı da, Kısıklı Dergâhı Postnişini Ali Nutki Baba’dan Bektaşi icazeti almış ve mürşidi tarafından “Derviş Üskübi” mahlası verilmişti. (KOCA, Ş. 2000:13-14).
    [18]    EYÜBOĞLU, İ. Z. 1980: 75; ÖZ, B. 1992: 157.
    [19] Vehbi Baba Divanı, H. 1304-1308 (M. 1886-1889) tarihlerinden Şeyhülislâm Muhtar Mollazâde Ali Haydar tarafından kaleme alındığı belirtilmektedir. Bir süre Serez’deki Şeyh Bedreddin tekkesinde hizmet veren Vehbi Babanın mürşidi Şeyh Bedreddin bendelerinden Moralı Derviş Süleyman’dır (öl. 1248/1831). (HALİL BİN İSMAİIL BİN ŞEYH BEDRÜDDÜN MAHMUD. 1967: 171-175).
    [20] BABINGER, F. 1921: I ff.
    [21] BABINGER, F. 1928: 100-102.
    [22] YETKIN, Ç. 1974: 135.
    [23] Şeyh Bedreddİn. 1990: 12 vd.