• ALEVİFOBİ VE YÜZLEŞ(EME)MEK

     

    William and Mary Üniversitesi eğitim görevlisi Ayfer Karakaya-Stump’un 5 Ocak 2013’te BirGun Gazetesi’nde yayınlanan makalesini paylaşıyoruz…


    Eylül döneminin emniyet müdürlerinden Refet Küçüktiryaki’nin Malatya merkezde yaşayan 40 bin Aleviye nasıl “kan kusturduğunu” anlattığı mektubu basına yansıyalı neredeyse iki ay oldu. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nden gönderilen belgeler arasında bulunan mektupta Küçüktiryaki övünçle kendini “Yavuz Sultan Selim’den sonraki en büyük Alevi Kızılbaş düşmanı” ve Türkiye’de “resmi olarak Alevi soykırımını devlet adına” başlatan kişi ilan ediyor. Komisyonda verdiği ifadede Küçüktiryaki mektubu sahiplenmedi, içinde adı geçen eski içişleri bakanı Abdülkadir Aksu içeriğini yalanladı, hükümet de “gayri ciddi” olduğu gerekçesiyle mektubun TBMM bünyesinde araştırılmasını engelledi.

    Gerçekliğini sorgulayan beyanları esas alıp bir an için mezkûr mektubun sahte olduğunu düşünsek bile, Alevilere karşı bu tip, hem yasa hem insanlık dışı muameleler içinde bulunmuş devlet görevlilerinin varlığını tahayyül etmek tarihimizin karanlık sokaklarına aşina biri için hiç de zor değil. Bunun için 34 yıl önce tam da bu kış günlerinde yaşanan Maraş vahşetini veya yakın tarihimizdeki Alevi katliamlarından Çorum, Sivas, Gazi gibi bir başkasını hatırlamak yeterlidir. Mektuba yansıyan Alevifobik tavrın birkaç devlet görevlisine mal edilemeyecek kadar toplumda yaygın olduğu da inkar edilemez, zira bahsigeçen olayların hemen tümünde “provoke edilen” sıradan vatandaşın geniş dahli olmuştur. Ancak tüm vahametine ve kuşatıcılığına rağmen, “yüzleşmek” sözünün ağızlara pelesenk olduğu şu günlerde dahi Alevifobi olgusunun kamuoyunda açıkça ve gerçek boyutlarıyla tartışılmasından kaçınılmakta, Türkiye’nin belki de en çetrefil meselesi “kasabanın sırrı” misali hasır altı edilmektedir.

    Alevifobi, kullanımı henüz dilimize yer etmemiş bir kavram. Bu kavramla kastettiğimiz, çoğunluğunu Sünni Müslümanların oluşturduğu Türkiye’de adı konulmadan yüzyıllarca varolagelmiş, inançsal önyargıları aşan, toplumun geneline nüfuz etmiş Alevi karşıtlığıdır. Alevifobi, toplumda Alevilere yönelik “din-devlet düşmanıdırlar, mum söndü yaparlar, cenabettirler” türünden yaygın ve adeta sıradanlaşmış bir nefret söylemi, Alevileri sosyal, ekonomik ve siyasi hayattan dışlamayı öngören hissiyat ve tavırlar, zaman zaman da bu kimliğe sahip kişilere karşı kitlesel şiddet eylemleri olarak kendini göstermektedir. Ancak genel kanının aksine Alevifobik refleks sadece milliyetçi-muhafazakar çevrelerle sınırlı değildir. Tersine laik veya liberal meşrep kişi ve gruplarda da, bazen ters yüz edilmiş olarak görmezden gelme haliyle veya “egzotikleştirme” şeklinde ortaya çıkan, siyasi olduğu kadar sosyo-kültürel boyutları da haiz bir vakıadır. Mesela türbana özgürlük için canhıraş şekilde mücadele vermiş liberal yazarlar için Alevilerin mağduriyetinin adeta bir kör nokta olması bu bağlamda değerlendirilebilir. Ulusalcı çevrelerde Alevilerin bir etnik özün “saf” temsilcileri olarak makbul adledilmeleri de, Kürt siyasi hareketi içinde Sünni tabanı ürkütmemek adına Alevi taleplerinden düşük perdeden bahsetme ihtiyatlılığı da, yüzeyde birbirlerine zıt görünseler bile benzer kaynaklardan beslenmektedir.

    Alevifobi ile antisemitizm ve İslamofobi gibi diğer toplumsal tahammülsüzlük ve nefret vakıaları arasında önemli paralellikler vardır. Herşeyden önce benzerleri gibi Alevifobi de kimlik politikalarıyla yakından ilgilidir. Grupların kimlik inşası, “biz kimiz?”den ziyade “biz kim değiliz?” sorusuna endeksli süreçler olmaları nedeniyle her zaman bir “öteki”ye ihtiyaç duyarlar. Osmanlı-Sünni kimliğinin tanımlanması ve konsolidasyonu sürecinde böyle bir negatif referans işlevi gören Aleviler, Cumhuriyet döneminin hakim Türk-Sünni kimliğinin “ötekisi” olmaktan da kurtulamamıştır. Son yıllarda AKP hükümetinin gittikçe artan oran ve açıklıkta Sünni-muhafazakar bir zeminde kendini tanımlaması, buna koşut makbul vatandaşlık tanımında çıtayı “Sünnilik”ten “dindar Sünniliğe” taşıması, Alevilerin “öteki” olarak dışlanmışlıklarını derinleştirmiştir.

    Alevifobi ile benzer toplumsal fobilerin bir diğer ortak noktası, nefretin objesi olan gruba karşı irrasyonel bir korkuyu içlerinde barındırmalarıdır. Negatif tüm sıfatların özünde tecessüm ettiği, yekpare bir blok olarak alımlanan “öteki”den farklı ve uzak olma arzusu, nefretin hedefi olan grupla ortak hiçbir değerin paylaşılmadığı, “öteki”nin tümüyle ayrı ve yabancı olduğu kurgusuyla desteklenir. Oysa çoğu zaman durum bunun tersidir, yani ötekileştirilen grup, ortak veya ilintili bir tarihi, tıpkısı olmasa da benzeri kültürel değerleri, aynı veya komşu coğrafi mekanı paylaştığımız bir gruptur; işte bu tasavvurdaki uzaklık ve maddi gerçeklikteki yakınlık arasındaki gerilimdir ki nefret objesi olan “öteki”nin aynı zamanda grubun saflığına, bütünlüğüne, kimliğine tehdit olarak algılanmasına yol açar. Geçtiğimiz yaz şahit olduğumuz, TRT’de de yayınlanan “Keloğlan” adlı çizgi filmdeki karakterlerden birinin adının “Bilge Can Dede” olmasından mütevellit “Alevilik propagandası yapılıyor”endişesiyle bir Sünni cemaat tarafından kanala yapılan şikayet de; Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Eylül 2010’deki  anayasa değişikliği referandumu miting konuşmalarında yüksek yargıdaki Alevi kökenli hukukçuları hedef alarak sarfettiği “dedelerden artık talimat alınmayacak” sözü de, bu tür nefret- irrasyonel korku dinamiğine farklı düzlemlerde örnek teşkil etmektedir.  

    Meselenin bir de, kökleri ta İslam tarihinin ilk yıllarına giden dini boyutu var. Nitekim kimi Osmanlı şeyhülislamlarının Kızılbaşlar hakkında “öldürülmeleri caizdir, malları helaldır, kadınları ve çocukları köle edilebilir” diye verdikleri fetvalar, şeriatta yeri olan, kadim “tekfir” müessesine dayandırılmaktaydı. Tekfir, kendine Müslüman diyen birine “küfr” atfedip, onu “kafir” ilan etmektir. Küfrün kanıtlanmasında kullanılacak kıstaslar değişebilse de, küfrü sabit kişinin cezasının ölüm olduğu konusunda tüm Sünni mezhepler hemfikirdir.

    Önceleri daha çok tek tek kişilere yönelik kullanılan tekfir kurumu, 10. ve 11. yüzyıllardan itibaren önce İsmaili Fatımi Devleti’nin  sonra da Nizari İsmaililerinin Abbasi/Selçuklu yönetimine karşı etkin mücadele eden, alternatif bir siyasi ve dini güç odağı olarak ortaya çıkmasıyla, Gazali ve Ibn Teymiyye gibi Sünni geleneğin önemli temsilcilerinin sağladığı dini meşruiyet zemini üzerinden gittikçe artan oranda gruplara yönelik olarak uygulanmaya başlamıştır.  Bu haliyle tekfirin başat kurbanları, İsmaililer, Nusayri Aleviler ve Kızılbaş Aleviler gibi, aralarındaki farklılıklar kaale alınmadan “Gulat” (İslam dairesi dışına çıkanlar) başlığı altında hepsi bir torbaya atılan İslam’ın mistik/batıni yorumuna bağlı gruplar olmuştur. İlginçtir ki İslam tarihi boyunca bu grupların inançlarının mahiyetinden çok samimiyetleri sorgulanmış, asıl gayelerinin İslam’ı içten bölmek olduğu yönünde yoğun bir kara propaganda sürdürülmüştür. Hatta bu konuda o kadar ileri gidilmiştir ki, müteşerri İslam’a muhalif bu grupların ortaya çıkışı, büyük oranda kurmaca bir figür olan Abdullah ibn Saba adında, art niyetli bir Yahudi dönmesinin komplosuna bağlanmıştır. İslam dünyasındaki iflah olmaz mezhepçilik ve onun yarattığı çatışma sarmalı işte bu komplocu zihniyette kaynağını bulmaktadır. Aynı zihniyet toplumumuzdaki Alevfobinin de, Osmanlı-Türkiye sınırlarının ötesindeki geniş arka planıdır. Bu derin tarihsel kökleri ve çok katmanlılığından dolayı Alevifobiyle yüzleşmek hiç de kolay değildir, ama Türkiye’de toplumsal barış ve demokrasi isteniyorsa böyle bir yüzleşmeden uzun süre kaçılamaz. 

     

    Ayfer Karakaya-Stump

    William and Mary Üniversitesi

    Virginia-ABD